Hatırlamaya çalışıyorum da eski cenazeleri hayal meyal birşeyler geliyor aklıma. Yürek burkan yakarışların, uzun uzadıya yakılan ağıtların ve hesapsızca akan gözyaşlarının arasında inadına çocuk olmak. Cenazeevlerindeki çocukluk sendromu en iç yakan şekilde. Yaramazlıktan çekilen kulağın kırmızılığı, yapılan gürültünün sorumlusu olarak yenilen çimdiklerin morluğu, ertesi sabah okula gidecek olmanın sıkıntısı ve sürekli içerden gelen katıla katıla ağlama sesleri. Cenazeevindeki çocukluk sendromu…
Ne kadar kolaydı cenazeevinde çocuk olmak… Hiçbir misyonun yoktu uslu durmak dışında. Onu da yerine getirmesende olurdu. “Çocuk işte anlamıyor ki” denirdi bir kulağından girip, bir kulağından çıkar halde. Gözyaşlarının içine sevinçle gidilirdi nedense. Elde oyuncakla gidilirdi herhalde. Uzun zamandır görmediğin akranın olan akrabaların, oyun oynamak için iyi bir fırsat, çocuk olduğun için mecburen sana ayrılan bir oda, geç yatma özgürlüğü ve gözleri kançanağı olan teyselerden görülen şefkat. Ne kadar kolaydı cenazeevinde çocuk olmak…
Biraz karmaşıktı cenazeevinde genç olmak… Ölümün soğukluğunu hissetmek usul usul. Alıp verilen son nefeslerin heyecanı. Yatakta yatan birisi ve evde koptu kopacak fırtınanın öncesindeki sessizlik. Ağıza pamukla verilen son su ve yapılan son görev. “Yarın okul var seni eve götürsünler” sözleri ile son bulan “ben artık büyüdüm, bende burda olmalıyım” arzusu. Derken kopan fırtına ve başlayan matem. Yatakta yatan birisi ama artık yüzü de örtülü. Hissedilen ilk ölüm acısı… Son görev olarak bilinen toprak atmaya yetecek kadar boya sahip olmak. Biraz karmaşıktı cenazeevinde genç olmak…
Çok zormuş cenazeevinde büyük olmak… Ölüm sessizliğinin tam ortasında durmak. Ağızdan çıkan kelimelerin havada uçuşmaması için çaba göstermek. Yaşlı gözlerin sürekli çakışması. Üzerindeki kıyafetin bile renginden rahatsız olup bir siyaha ihtiyaç duymak. Meğer ne zormuş birini uğurlamak… Meğer ne zormuş ölümün farkında olmak…
Meğer ne zormuş matemde büyük olmak…